Wednesday, 21 December 2011

Düşük karbon ekonomisine geçiş


28 Kasım-9 Aralık 2011 tarihlerinde Güney Afrika’nın Durban şehrinde İklim Değişikliği konferansının 17.si (COP 17) tarihe geçecek bildirge ile tamamlandı. Avro krizinin dünya gündeminde olması nedeniyle Durban’daki gelişmeler gündeme istenilen seviyede yansımadı. Fakat görüşmeler sonunda Kyoto Protokolünün 1997’de oluşturulmasından sonra en önemli kararların alındığı bir toplantı olmuştur. Her ne kadar Durban’da alınan kararlar, dünyanın 2 derece ısınmasının önüne 2020 yılına kadar geçemeyecek olsa da tüm dünya ülkelerinin karbon azaltma yönünde taahhüt altına girmesinden dolayı önemlidir.

Şu an iklim değişikliği ile mücadelede tek mekanizma olan ve sadece gelişmiş ülkelerin karbon azaltım taahhüdünde bulundukları 2012 sonunda bitecek olan Kyoto Protokolü'nün, Durban’daki 2011’in bu son toplantısında "Kyoto Protokolü II" şeklinde 2017 ya da 2020 yılına kadar uzatılması karara bağlandı. Bilindiği gibi bu mekanizmada, gelişmiş ülkeler karbon salınımlarını gelişmekte olan ülkelerdeki düşük karbon teknolojilerinin uygulanması sonucu elde edilen karbon kredileri ile azaltıyorlardı. Karbon borsasındaki değere bağlı olarak ton başına bir meblağ ödenerek gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere maddi kaynak sağlanarak düşük karbon teknolojilerinin finansmanına yardımcı olunuyordu. Kyoto Protokolünün uzatılmasına karşılık özellikle Çin, Hindistan ve Brezilya gibi gelişmekte olan ve karbon salınımları her geçen gün artan ülkelerin de taahhüt altına girmesi sağlanmış oldu. Bu artık Türkiye’nin de yükümlülük altına girmesi anlamına gelmektedir.

Anlaşmaya göre 2015 yılına kadar dünyanın tüm ülkelerini içine alacak olan bir azaltım yolu haritası çizilecek ve 2020 yılında da yürürlüğe konulacak. Açıkcası sürenin bu kadar geciktirilmiş olması gelişmekte olan ülkelere bir adaptasyon süresi bırakmaktı. Bu, her ne kadar istenen bir durum olsa da küresel ısınmanın 2 °C’nin altında tutulması için yapılması gereken karbon salınımı azaltım çalışmalarının 2020’den sonra daha da hızlı bir şekilde yapılması anlamına geliyor. Örneğin, azaltım çalışmaları 2012 yılından itibaren başlasaydı yaklaşık %5 oranında senelik bir azaltma sağlanması gerekecekti. Fakat  2020 sonrasına ötelenen bu çalışmalardan dolayı daha yüksek hızla karbon salınımı azaltımı yapılmasına ihtiyaç duyulacaktır.

Tüm ülkelerden iki senede bir karbon azaltımı konusunda yaptıkları çalışmaları raporlamaları isteniyor ve ilk raporlama 2014 sonunda olacak. Türkiye diğer ülkeler ile birlikte önümüzdeki dört yıl içinde karbon salınımlarını hangi oranlarda ve ne hızla azaltabilecekleri yönünde müzakerelerini yapacak ve 2020 yılına kadar alacakları taahhütleri belirleyecek. Bunun anlamı ilk defa tüm dünyanın karbon azaltımı yoluna giderek düşük karbon ekonomisine geçişin bir nevi temeli atılmış oldu. Kısacası bu hedefe yönelik ürün ve hizmet sağlayan firmalar gelişirken, düşük karbon teknolojilerine doğru yatırımların akmasını tetiklemesi ve karbon dengeleme piyasalarında da bir hareketlilik yaşanması anlamına gelmektedir. Artık hayatımızda karbonun bir finansal değeri olacak.

Bütün bunların Türkiye ve sanayicimiz açısından önemi nedir diye sormamız gerekiyor. Durban’da alınan kararlar aslında sadece sanayimizi değil her birimizin hayatını etkileyecek durumdadır. Ülkemiz açısından bakıldığında Türkiye’nin hızlı bir şekilde karbon envanterini çıkarması gerekmektedir. Özellikle elektrik üretimi, çimento, demir çelik, seramik, kireç, kağıt ve cam üretimi gibi CO2 yoğun tesislerden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının tesis seviyesinde izlenmesi önem kazanmaktadır. Sanayicilerimizin özellikle enerji verimliliği üzerine  çalışmalara başlamaları, hem karlılıklarına pozitif etki yaratması hem de özellikle dış ticaret açığında en önemli girdi olan enerjinin azaltılması açısından önem arz etmektedir. Sanayi firmalarımızın ürettiği ürün ve hizmetlerden kaynaklanan karbon hesaplamalarını yaparak azaltım stratejileri geliştirmeli, karbon yönetimine gitmelidirler. Çünkü ölçemediğiniz bir şeyi yönetemezsiniz. Sanayicimizin bunu bir masraf olarak görmekten çıkıp bir fırsat olarak algılaması gerekmektedir. Karbon yönetimi uzun soluklu ve stratejisi olması gereken bir sorundur. Maalesef sanayimiz bunun henüz farkına varamamıştır. Türkiye’de yapılan çalışmalar sertifikasyon firmalarından belge alıp çerçeveletmekten öteye gidememiştir. Birçok sektörde ipin ucunu çok kaçırdık geçmişte. Artık ipi göğüslemenin zamanı gelmiştir. Yeni fırsatlar düşük karbon ekonomisindedir ve bunların vakit geçmeden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Dr. Hüdai Kara
Kurucu Ortak, Metsims Sustainability Consulting 

Monday, 21 November 2011

İklim değişikliği, karbon ayak izi ve Türkiye


Sera gazlarının sebep olduğu iklim değişikliğinden kaynaklanan küresel ısınma bugün dünyanın önünde bulunan en önemli sorunlardan biridir. İklim değişikliğinin uzun süreler alan bir problem olması çözümünü de güçleştirmektedir.
Türkiye Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinde (BMİDÇS) ve Kyoto sözleşmesinde taraf olmuştur fakat bir azaltım yükümlülüğü altına girmemiştir. Türkiye’de sera gazı emisyonları,  1990 yılında 170,06 milyon ton CO2 eşdeğeri iken, 2008 yılında  366,5 milyon ton CO2 eşdeğerine yükseldiği tahmin edilmektedir. Bu emisyonların yaklaşık %29’u enerji üretiminden %33’ü enerji kullanımından, %13 ulaşımdan kaynaklanmaktadır. Endüstriyel proseslerden kaynaklanan oran ise (enerji kullanımı hariç) %8 civarındadır[1]. Türkiye kişi başına düşen karbon tüketimi bakımından 2008 yılında dünyada 97. sırada bulunmakta[2] fakat baz yılı olarak alınan 1990 seviyelerine göre %96’lık bir artış göstermiştir[3]. Türkiye emisyonlarını belli değerde tutarken, sanayileşmesini de sürdürmek zorundadır.

İklim Değişikliği ile mücadele çerçevesinde AB bünyesinde Karbon Borsası (EU ETS) 2005 yılında faaliyete geçirilmiştir. En çok enerji tüketen ve karbon yoğunluğu yüksek olan enerji üretimi tesisleri, demir-çelik, mineral endüstrisi (çimento, kireç, cam, seramik, alçıtaşı) selüloz ve kağıt üretim sektörleri bu borsaya ilave edilmiştir. Belirlenen oranların üstünde karbon salınımı yapanlar borsadan bunun karşılığı karbon satın almakta, salınımını azaltanlar ise azalttıkları miktarları satarak gelir elde edebilmektedirler. Havayolu taşımacılığının da bu borsaya ilave edilerek 2012 yılından itibaren Avrupa hava sahasına giren ve çıkan tüm uçuşlar bu pazara tabi olacaklardır. Bu Avrupa Karbon Borsa’sının Avrupa dışındaki firmalara uygulanması açısından önemli bir gelişmedir. Karbon vergisinin hizmet ve ürünlerde uygulanmasına önayak olacağı düşünülmektedir.
Sera gazları karbon dioksit (CO2), metan (CH4), azot oksit (NO2), hidroflorokarbonlar (HFC), perflorokarbonlar (PFC) ve kükürt hekzaflorürden (SF6) oluşur. Bütün bu sera gazları bir sera gazının ışıma kuvvetinin karbon dioksit ile karşılaştırılmasında kullanılan birim olan Karbon dioksit eş değeri (CO2e) cinsinden birimlendirilir. Karbon ayakizi hesabı da bu birim üzerinden yayınlanır. Karbon ayak izi hem firma seviyesinde (Kurumsal) hem de ürün ve hizmet seviyesinde hesaplanmaktadır.

Kurumal karbon ayakizi sera gazı salınımlarının kurum düzeyinde belirlenip hesaplanmasını içerir. Karbon ayak izi birim karbondioksit cinsinden ölçülen, kurum veya bireylerin ulaşım, ısınma, elektrik tüketimi vb. faaliyetlerinden kaynaklanan toplam sera gazı salınım miktarıdır.
Kuruluşları iklim değişikliği ve karbon yönetimine yönelten etkenlerin başında enerji maliyetleri, karbonun artan maliyeti, marka değeri ve enerji tedariki riskleri gelmektedir. Tüketicilerin çevre duyarlılığı arttıkça birçok müşteriler iklim değişikliği konusunda duyarlı şirketleri tercih etmeye başlamaktadırlar. Bu alanda öncülüğü yine rekabette ve değer zincirlerinde karbon yönetimini öne çıkartan firmalar yapmaktadır. Türkiye’nin de yakından tanıdığı Karbon Saydamlık Projesi (Carbon Disclosure Project), Seragazları Protokolü (Greenhouse Gas Protocol) ve ISO 14064 serisi standartları kurumsal bazda karbon envanterinin çıkartılması ve hesaplanması üzerine geliştirilmiş düzenlemelerin en bilinenleridir.

Ürün karbon ayak izi, bir ürünün yaşam döngüsü boyunca oluşan tüm sera gazlarını hesaplanmasıdır.  Hammaddelerin çıkartılması, üretimi ve taşınması, ürünün üretimi, dağıtımı, kullanımı ve berterafına kadar tüm aşamaları içermektedir. Ürün karbon ayak izinin hesaplanması maliyet düşürme, salınım azaltımı, iyileştirilmiş marka imajı, müşterilerin ilgisi, liderlik ve gelebilecek karbon vergisine hazırlık gibi pek çok fırsatları beraberinde getirir. Ürün ve servis bazında ISO 14040-44 Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi (LCA), BSI PAS 2050 (İngiltere), BP X30-323 (Fransa), Korea PCF (Kore), Carbon Footprint Program (Japonya), Sustainability Consortium (Wal-Mart, Amerika) ve şu aşamada geliştirilmekte olan ve bu yıl yayınlanacak ISO 14067 standartları en bilinenleridir.

İklim değişikliği ile mücadele çabaları çerçevesinde ve özellikle sektörün en büyük ihracat pazarı olan Avrupa nezdinde düzenlenen birçok direktif ve yasalar, karbon ve enerji yoğunluğunun hesaplanması, yönetimi ve azaltılmasını öngörmektedir. Avrupa Birliğinin de dahil olduğu, endüstrileşmiş ülkeler, ürünlerin çevresel etkilerini azaltmak amacıyla, ürüne yönelik çevresel politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Eko-etiketleme, ürünün çevresel etkilerinin deklarasyonu (EPD) bu politikalar çerçevesinde geliştirilen çözümlerdendir. Son yıllarda tüketici eğilimlerini etkileyen çevresel faktörler dikkat çekmekte, bilinçli tüketici doğaya zararlı olmayan ürünleri ya da “çevreye saygıyı” vurgulayan ülkelerin ürettiği ürünleri veya markaları tercih etmektedir. Türkiye sanayinde yapılacak çalışmalarla, ürün ve proseslerin çevresel yüklerinin düşürülmesi, hem Türk markalarının marka değerini artıracak, hem de tedarikçi olarak tercih edilmesine yol açacaktır.

Dr. Hüdai Kara
Kurucu Ortak, Metsims Sustainability Consulting


[1] European Environment Agency
[2] http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_carbon_dioxide_emissions_per_capita
[3] http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/bilginotu/sera_envanter.pdf